Popüler Yayınlar

6 Haziran 2012 Çarşamba

KİME NE DİYEYİM...


Okullarda kulak çekmenin, karakollarda adam dövmenin yaşandığı dönemlerdi. İşte o dönemlerden bir yaz mevsimi... Kapıların, pencerelerin açık bırakıldığı Çukurova'nın yapış yapış terinin bunalttığı sivrisineklerin cirit attığı bir gece. Evimizin yanık kapı ve pencerelerini sırtına kadar açık bırakıp yattığımız gecelerden biri.
Zihinsel yetersiz çocuğumun daha bu sabah yuttuğu çivinin, çıktı-çıkacak diye yolunu gözlediğimiz sıkıntılı paslı pisli bir gece…
Kenar mahallede, avlusu geniş bir yer evinde oturmaktayız. Bu avluda yan yana sıralanmış, tuvaleti ortak, her biri bir buçuk gözden oluşan dört evin en karanlık, en havasız, en kuytu olanında çilemizi çekmekteyiz. Akşam - sabah içimize çektiğimiz tuvalet kokusu burnumuzun direğini eritecek düzeydeydi. Üstelik gündüz boyunca güneşin ısısını depolayan damımız, sabaha kadar bu ateş topunu üzerimize püskürtüyordu.
Evimiz, aynı zamanda bir hayvanat bahçesini andırıyordu. Karıncalar, sivrisinekler, karasinekler, hamamböcekleri, sümüklüböcekler, sıçanlar, cardonlar hatta yılanlar, hayvan severliğimizi sezinleyip bizi terk etmeyenlerdendi. Horozu, tavuğu, kediyi, köpeği saymıyorum. Hepsi neyse de, ya şu uğur böceğine ne demeli? Hiç ismiyle bağdaşır tarafını göremedim.
Son beş yılın ağır yükü beni, eşimi ve diğer iki çocuğumu bir yoldüzer gibi ezmiş, hayatı çekilmez duruma getirmişti. Veresiyesi olmayan bir cehennem hayatıydı bizim yaşantımız. Dayanma gücümüz kalmamış, bir çöl ortasında suya hasret, denizde ufacık bir karaparçası arayan umarsız insanlar gibiydik.
İşte o gece! Çocukla ilgilenme nöbetini eşime devredip uyumaya çalıştığım gece!
Sıcakta, bu sivrisinek gürültüsünde de yatılmıyor ki. Çarşafı başıma geçirip uyumaya çalıştım. Uykumun en tatlı anında, gecenin bir buçuğunda eşim beni kaldırdı. Nöbeti bana devredip yatarken her zamanki tembihini yineledi: “Aman ha aman! Çocuk uyumadan yatma!”
Evde çocuğun yattığını görmeden uyumak bir felaketler zincirine davetiye çıkartmaktan başka bir şey değildir. Nasıl olmuş, neden olmuş bilmiyorum; çocuktan önce uyumuşum.
Gecenin üçünde bir korkuyla treninde uyuyan makinist gibi sıçradım. Çocuğumun yatağı boştu. Korku ve endişeyle diğer odaya geçtim. Yok! Kanepelerin altında da yok… “Allah’ım bu çocuk bu saatte nerede olabilir?” Eşim de uyanmıştı. O ağlıyor, bense onu yatıştırmaya çalışıyordum. Dışarıya çıktık. Gürültümüze komşularımız da uyandı. Çevreye baktık; Yok! Yok! Yok!
Hemen, karakolun yolunu tuttum. Sokaklarda köpeklerle kavga ederek gidiyorum. Gecekondu evlerinin sıkıştırdığı bu yarı aydınlık sokaklarda ayak seslerim beni ürkütüyordu. Bu saatte beni karakol yollarına düşüren kaderime isyanım büyüyor; isyanımı, kinimi, nefretimi ağzımda çiğniyordum. Kime ne söyleyeyim? Kimden hesap sorayım? İsyanım devlete mi, topluma mı, kendime mi, inandıklarıma mı? Bilemiyorum…
Gözümdeki yaşları kolumla sildim. Bu bitkinliğimle, bu ruh halimle karakolun önünde buldum kendimi. Sandalyelerini duvara yaslamış polislerin tam ortasındaydım. Biri parmaklarını oynatarak:
— Buraya gel, buraya gel, dedi.
Boynu bükük durumda tam önüne gittim. Hazır ol vaziyetinde durdum.
— Ne var söyle bakalım!
— Efendim, beş yaşlarında çocuğum kayıp. Onu arıyorum. Burada mı acaba?
Komiser olduğunu anladığım bu kişi sinsice alt dudağını şekilden şekle sokarak ısırdı. Bana yanıt vermeden ekip arabasının yanında ayakta duran bekçiye seslendi.
— Ali Efendi, o çocuğun babası geldi. Arkadaşı al, içeriye götür; çocuk kendinin mi bir baksın.
Bekçi sanki önceden senaryosu konuşulmuş oyunun bir parçasını oynar gibi hiç soru sormadan yanıt verdi.
— Olur, Başkomserim; baktırırım.
Beraber karakolun içine girdik.
Bekçiye yavaş acınmalı bir yaklaşımla seslendim.
— İnşallah odur.
Sert ve kasıntılı bir sesle yüzüme bakmadan yanıt aldım.
— Ben bilmem, orasını sen bileceksin.
— Sizi epey yormuştur, size bayağı eziyet vermiştir efendim.
Sözlerim boşlukta kalmıştı. Bekçiden yanıt gelmedi. Uzunca koridoru yürüdükten sonra, sola döndük, biraz daha gittik, karanlık bir bölüme vardık. Bizim avludan daha pis kokan bu karanlık yerde çocuğumun olma olasılığına yüreğim nasıl dayansın. Ama buna da şükredecektim. Yeter ki bulunsun...
Açık demir kapının yanına geldiğimizde, bekçinin aniden sırtımdan itelemesiyle kendimi nezarethanenin içerisinde buldum. Ardından büyük demir kapının kapandığını duydum. Sonra bekçinin hayaletinin oradan uzaklaştığını ayak seslerinden anladım. Şaşkınlıkla arkasından bağırdım.
— Ali Bey! Ali Bey! Komiseri yanlış anladın. Biz çocuğa bakacaktık...
Bir müddet bağırdım. Sesim karanlık koridorlarda yankılandı durdu. Sesime yanıt veren olmadı.
Gözüm karanlığa alışmıştı. Aklımı toparlamaya çalıştım. “İnsanoğlu bir kuş misali(!)” dedim. Az önce evimde yatıyordum. Şimdi nezarethanedeyim. Yok yok! Şimdi kendimi düşünme zamanı değil. Çocuğumu düşünmeliyim. Şimdi öfkelenme sırası değil. Yüreğimin sesini, yüreğimin acılarını dinleme zamanı değil. Aklım, yüreğimin önüne geçmeli; çocuğumu düşünmeliyim. Allahım! Şimdi yavrum kim bilir nerelerde; bir bahçeye girdi de kendisi için bir dolambaçtan farksız olan o yerde dışarıya çıkmak için dolanıp duruyor mu, yoksa asfalta çıktı da hızla bir araba mı gelip çarptı? Belki de cesedinin üzerinden kamyonlar gelip geçiyordur…
Zavallı çocuğum dünyaya geldi geleli hep çile çekti. Üstelik bizden yediği dayaklar da cabası. Yuttuğu çivi ne oldu? Çıktı mı acaba! Kim bilir nasıl ağlıyordur şimdi!
Talihsiz çocuğumuzun başına neler gelmemişti ki… Bir zaman da benzin içmişti. O günler neler çekmiştik. Üç gün komada kalmıştı. Bir ay önce evimizi yaktığı gün çok dövmüştüm, sonra pişman olmuştum. Kaç gece ağlayıp durmuştum. Zavallının elinde değildi ki... Ya duvardan düşüp iç kanama geçirdiğinde… O dayak olayı karşıma hep dikilip durdu. İnşallah bu çividen de kurtulacaktır. Hele bir bulunsun… Bu defa kesinlikle dövmeyeceğim.
Demir kapının parmaklıklarından tutup sallamaya uğraştım. Ne de sağlammış şu kapı… Gözlerim karanlıkların içini arıyor, kulaklarım bir ses bekliyordu. Sanki karanlık denizinde umarsızlığa kulaç atıyordum. Oysa karanlık, sonsuzluğu bile boğacak kadar derin ve büyüktü. Takatim kalmamıştı. Vazgeçtim. Bir köşeye çöktüm. Avcısına yakalanmış bir ceylan gibi boynumu büküp, donuk gözlerle karanlığa öylece bakakaldım.
Bekçinin kapı önünde durmasıyla irkildim. Kapıyı açtı ve azarlarcasına: “Yazıklar olsun size! Bir çocuğa bakamıyorsunuz! Gel bakalım benimle!” demez mi?
Ben şimdi bu adama ne diyeyim! Hiçbir söz, yüreğimin bütün hücrelerine kadar girmiş kin ve nefret duygularımı yansıtamazdı. Hem kendime söz vermiştim; aklımı dinleyeceğim diye. Şu anda tek düşüncem, tek kaygım zavallı çocuğumdu. Hiçbir şey söylemeden peşine düştüm, caddeye çıktık. Bekçi sesini kalınlaştırarak seslendi.
— Bak bakalım; seninki mi?
Ekip arabasına baktım, içerisinde yatan benim çocuğumdu! Zavallıcık, bir suçlu gibi ellerini bacaklarının arasına saklamış, ayakkabıları ayağında, her şeyden habersiz iki büklüm yatıyordu. Talihsiz yavrumun bu saatlerde yatağında olması gerekirken ekip arabasında olması; yüreğimin tarifi mümkün olmayan acılarla dolmasına neden oldu. Kaderimizin yazıldığı defteri bulsam, paramparça edecektim. Eğilip çocuğumu alıyordum ki komiser çağırdı. Yanına gittim: “Buyurun,”dedim.
— Sen ne iş yapıyorsun bakalım?
— Demiryollarında geçici işçiyim.
— Hım… Anlaşıldı. Peki, bu saate kadar neredeydin?
— Evdeydim efendim.
— Yani sen şimdi bu gece hep evde miydin?
— Evet başkomserim, evdeydim. Yatmıştık, bir ara kalktığımda çocuğumun evde olmadığını fark ettim. Sonra buraya geldim.
— Allah Allah! Yahu biz de; bu çocuğun babası kim bilir hangi pavyonda âlem yapıyor, biz de adamın çocuğunu avutuyoruz, dedik.
— Hayır efendim! Ne pavyonu! Ben kim, pavyonda eğlenmek kim! Pavyona verecek param olsa önce yanık kapılarımı pencerelerimi yaptırırım.
— Peki, bu çocuk nasıl çocuk? Hiç durmuyor.
— Komiser Bey, bu çocuğum zihinsel engelli.
— Zihinsel engelli ha! Yoksa menenjit mi geçirdi? Hele… Bir anormallik vardı. Arkadaş hiç mi durmaz bu çocuk, hiç mi susmaz; Allah yardımcın olsun. Biz de yemin etmiştik; bu çocuğun babası gelince döveceğiz diye. Demek çocuk özürlü ha!
— Evet, öyle. Ne yapalım? Alnımızın yazısı…
Komiser üzüntüsünden ne söyleyeceğini şaşırmış olacak ki bir an duraklayıp;
— Demek özürlü ha! diye yineledi.
Ayağa kalkarak ellerini ceplerine soktu, önümüzde gezinmeye başladı. Öylece komiseri izliyorduk. Ara sıra da sesi kulaklarımıza geliyordu.
— Demek özürlü ha!
Birdenbire komiserimizin mat gözlerinde puslu bir ışık belirdi. Bu ışığı sanki saklamak istercesine bir de ıslak bir tabaka indi gözlerine. Saklanması gereken bu ışıklar şimdi daha keskin bir hal almıştı. Gözyaşları duyguları saklayamaz derlerdi. Demek ki doğruymuş. Oysa daha fazla kendini ele vermek de istemiyor, ağlamamak için olanca gücüyle direniyordu.
— Arkadaş bize de hak ver, diyebildi titreyen dudakları. Bir türlü durmuyordu. Onu ekip arabasıyla biraz dolaştırdık. İner inmez yine başladı ağlamaya. Acaba ev ortamında durur mu dedik; karşıda memurumuzun evine gönderdik. Orada da durmamış; vazoyu kırmış, ortalığı birbirine katmış, altına pislemiş.
Titrek sözleri birdenbire boğazında düğümlendi. Şimdi nemli, acıyan gözleriyle beni süzüyor; anlamlı bir şekilde başını sallıyordu. Artık komiserin içinden geçeni, duymasam bile ben de biliyordum: Demek özürlü ha…
Komiserimiz kendini toparlayıp devam etti.
— Nerden bulmuşsa bir çiviyle de mobilyaları çizmiş; mahvetmiş ortalığı. Beyim kusura bakma ne olur! Çok üzüldüm. İnan ki çok üzüldüm. Böyle olduğunu bilemezdim.
Komiserin konuşmalarını sabit bir noktaya bakarak dalgın dalgın dinlerken, çivi sözü beni bu dalgınlığımdan söküp atmıştı. Çivinin çıkması benim için en büyük müjdeydi. Bayramlığını giyen bir çocuğun duyumsadığı mutluluk gibiydi sevincim. İçimden Komiser Beyin ellerini öpesim geldi. Hoş duygular içerisinde havalara sıçramak üzereydim. Bu sevincimden bir an uzaklaşıp komiserle ilgilenmem gerektiğini düşündüm. Komiserin gerçekten üzüldüğünün farkına varmıştım.
— Önemli değil Komiser Bey, dedim. Siz de haklısınız. Böyle bir çocukla birkaç saat yaşamak bile kolay değil. İzin verirseniz biz artık gidelim.
İzin verilmesini bile beklemeden çocuğumu sırtıma alıp oradan uzaklaştım. Allah insanı güldürmeye görsün; ardı arkası gelirmiş. Bu iki sevinci, yani hem çocuğumuzun bulunmasını hem de çividen kurtulmasını bir an önce eşimle paylaşmak istiyordum. Dünya ne kadar da tatlıymış. Az önce kaldığım nezarethanenin bizim için büyültülmüşü olan şu şehir; şimdi benim için özgürlüklerin sevinçlerin yaşandığı tatlı bir şehir olmuştu. Yapış yapış ter yoktu artık. Sivrisinekler bu mutluluğa kıyabilir mi? Hiçbiri ortalıkta yoktu. Sevincimi böceklere, yılanlara, cardonlara anlatacaktım. Ey uğurböceği senin de günahını almışım. Kuşların cıvıltıları, esen sabah yeli, yaprakların şarkı söylemesi, bu şehri nezarethane yapan kaderimize inat, beni ayakta tutma yarışına girmişlerdi. Hele şu çivi, ayakta tutunmamı daha da perçinlemişti.
Kaderimin yazıldığı defterin bu sayfasının içerisinde kalmayı ne kadar da arzulardım. Ama ne yazık ki her doğan günle birlikte; okunması, yapılması gereken başka bir sayfa mutlaka olacaktı. Bunu en iyi ben biliyordum ve herkesinki gibi bizim de sayfamızın başlığı her gün şöyleydi; “Yine gün başladı!” Ama bizim yanıtımız farklıydı; “Eyvah yine mi gün başladı!”
Otuz metre kadar gidebilmiştim ki komiserin gür sesi caddede yankılandı.
— Beyefendi! Beyefendi! Gelir misiniz?
Şimdiye kadar hiç duymadığım bu ‘Beyefendi’ sözcüğü hem de bir komiser tarafından söylenmesi acılar içinde dahi mutluluğu duyumsamamı sağladı. Yine de kader defterimin bu güzel sayfasını sıkıca korumalıydım. Bir korkuyla içimden; “Eyvah! Ne oldu acaba” dedim. Yanına ürkek adımlarla yaklaştım.
— Beyim! Bakın ben şimdiye kadar babamdan dahi özür dilemedim. Senden özür diliyorum. Beni affet, dedi.
Sonra gözlerindeki belki de çok uzun zamandır sakladığı gözyaşlarını bırakıverdi. Bunca acıya alışık olmama ve gözlerimde çok az kalan gözyaşlarımın kendime, çocuğuma ve ailemin diğer fertlerine saklamam gerektiğini bilmeme karşın benim için ağlayan bu adam karşısında ben de ağlamaya başladım.
— Rica ederim Komiser Bey, dedim. Size hiç kızmadım ki… Üzülmeyiniz! Gerçi ne kadar üzülmeyiniz desem de üzüleceksiniz. Çünkü siz çok duygusal bir insana benziyorsunuz.
— Beyim! Mademki benim üzülmemi istemiyorsunuz; o halde kabul buyurursanız sizi eve kadar arabayla ben götürmek istiyorum. Lütfen beni kırmayınız.
Talih şimdi bizden yanaydı. Benim de talihe yardım etmem gerekiyordu. Kaderimin bu birkaç sayfası belliydi ki güzel yazılmış. Bu yazıların gereğini yerine getirecek kişilere fırsat tanımam gerekiyordu.
— Olur, dedim.
Ekip arabasına binip eve gittik. Komiser Beyle avludan içeriye girdik. Komiserin şaşkın bakışları, yanık kapı ve pencerelerimiz üzerinde kalakaldı. Bir daha soru sormadı. İyi sabahlar deyip ayrıldı.
İki gün sonra evimize kimin gönderdiğini bilemediğim ustalar geldi. Kapı pencerelerimiz değişti, duvarlarımız boyandı. Tuvaletimiz de pis kokusundan arındırıldı. Hayvanat bahçemizin listesinde artık sinekler, böcekler, cardonlar, yılanlar yoktu.
Aradan iki ay kadar geçmişti. Her günkü gibi o gün de işten çıkar çıkmaz eve gidip çocuğa bakma nöbetini devralacaktım. Kapımızın eşikliğindeki bir erkek bir de kadın ayakkabısı karşıladı beni. “Eyvah” dedim içimden “çocuk yine bir şeyler yapmış!” Hiçbir tanıdığım, akrabam bu güne kadar evimin kapısının önünden bile geçmemişti. O halde gelen kimdi?
Ürkek bir şekilde evin kapısını açtım. Kapının öte yanında orta yaşlı bir adam üzerime doğru gelmeye başladı. Aman Tanrım! Ben bu adamı tanıyorum… Tanıyorum da kim? Elleri, ayakları, yüzü hiçbir yeri tanıdık gelmiyordu bu adamın. Ama ben bu adamı tanıyordum. Gözlerine bakmalıyım diye düşündüm birden. Evet, gözlerine bakmalıydım. İşte bu gözler, ömrüm boyunca unutamayacağım gözlerdi. Hani şu önce aksi, daha sonra da puslu gözlerini gözyaşlarıyla dolduran, sonra da ışıklar saçan bizim Komiser Beyindi bu gözler. Gülümsüyordu, elini uzattı… Elini tuttum, öpmeye yeltendim; bırakmadı. Titrek bir şekilde “Hoş geldiniz” diyebildim.
Göz ucuyla odanın içini taradım. Bizim çocukların önünde çeşit çeşit oyuncaklar… Bir köşede de henüz açılmamış hediye paketleri. Giysi paketleriydi belli ki. Ender günlerimizden birini yaşıyorduk ailece. Tüm yüzlerde mutluluk okunuyordu belli belirgin.
—Eşim! dedi bizim Komiser Bey yanındaki bayan için. Sonra gururlu bir tavırla devam etti. Bir şeyler yapmamız gerektiğini düşündük… O geceden sonra iki ay boyunca düşlerimin konuğu oldunuz. Dayanamayıp dün eşime anlattım o geceki yaşadıklarımızı. Eşim de çok etkilendi. Çocuğunuzun özel bir okulda eğitimini üstlenmeye de karar verdik. Tüm bunları bir özür dileme olarak almayınız lütfen!
Birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. Odanın içinde sıkışıp kalmış diğerleri de başladı bizimle ağlamaya… Artık mutluluk gözyaşları yanaklarımızda dans ediyordu sevinçten, hem de sınırsızca…
Mehmet Ali Elçin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder